Nereye gidiyor bu çılgınlık bilen var mı? Bir gün uyanacağımız bir kabusun içinde miyiz yoksa? Nasıl bir dönüşüm bu, toplumumuzun geçirdiği. Tamam, sürü psikolojisi belki asırlardır vardı üzerimizde. Ama daha önce hiç, bu denli zarar verecek boyutlara ulaşmamıştı. Kolay teslim olan,biraz da kolay kandırılan yapımız vardı doğru. Ama böylesi bir toplu körlük hastalığı,  geçirmiş miydi bu toplum?

Dedelerimiz, ninelerimiz ayıplanmak bilirdi evet.Ne ayaklarındaki çarıktan, nede giydikleri basma fistan yüzünden değildi yerilme korkuları. Taşıdıkları değerlere, inançlara ters düşmekten korkarlardı. Haram yemekten, kul hakkına girmekten, öksüzü-yetimi gözetmemekten korkarlardı. Devlete borçlu olmaktan, çağrılınca askere gidememekten utanırlardı mesela. Yalan söylemek bir yana, sözünün eri olamamaktan endişe duyarlardı. Toprakla sıvanmış evlerde otururlar, toprak testiden su içerlerdi. Yere serebildikleri pahalı halılar değil, kendi tezgahlarında dokudukları kilimlerdi. Gaz lambası daha az yansın diye daha erken yatarlar, kolay yoldan nasıl köşeyi döneceğinin hesabını değil, ertesi gün tarlada yada ahırda yapacağı işin hesabını yaparak uyurlardı. Çok değil, üç kuşak önce içimizden büyük çoğunluğun dedesi, ninesi böyle yaşıyordu.Birçokları için bu yaşam biçimi içinde yeterli hırsı, ideali, kaliteyi, standartı barındırmıyor olabilir. Ama onlar borçsuz yaşayıp ölmeyi, hırsızlık yapmamayı, adam öldürmemeyi, başkasının hakkına tecavüz etmemeyi başarabiliyorlardı hiç olmazsa. Onların dünyalarını, hatta kafalarını  küçük gören bugünün büyük kafaları,  giderek artan suç oranıyla başa çıkmakta nasılda çaresiz…

Onlarla bizim aramızdaki en büyük fark kontrol edemediğimiz tüketim içgüdüsü. Daha iyisine, daha fazlasına, hep dahasına karşı içimizdeki bitmeyen arzu. Bayramlarda, özel günlerde, hafta sonlarında, büyük market ve alışveriş merkezlerindeki kıtlıktan çıkmış gibi doldurduğumuz sepetler en bilinen örnek. İndirime giren, taksiti uzatılan, yanında promosyonu olan ürünler, özel ilgi alanımız. Bizler, giysilerimiz, ayakkabılarımız, parfüm kokumuz yeterince marka yada kalite değilse utanıyoruz. Misafirimize olan samimiyetimiz, önlerine çıkardığımız yiyecek çeşidiyle ölçülüyor. Bizlerin saç modelini, giyim tarzını, evine aldığı eşyayı, dinlediği müziği, izlediği kanalı , evlenme, eğlenme, tatil şeklini başkaları belirliyor. Başkalarının standartına göre yaşıyor, yaşlanıyoruz. Hal böyle olunca tabi, uzatılan ayakların örtülen yorgandan açıkta kalması ihtimali büyüdükçe büyüyor. Dertlerimiz artıyor, sıkıntılarımız bunaltıyor. Bir gece ödenecek faturalarla, diğer gece ihtiyaç listesine koyup alamadıklarımızla uyuyoruz. Çünkü başkaları bir şekilde alıyor! başkaları bir şekilde yapıyor! değil mi?

Doyumsuzluğunu, başını okşayarak beslediğimiz içimizdeki canavar, bu koşmaca içinde bizler anlamadan giderek daha duyarsızlaşıyor. Giderek daha az insansı düşünüyor. Depresyonun her çeşidine açık hale geliyor. Kendi istek, hak ve ihtiyaçlarıyla öylesine meşgul ve dertli ki ona ne diğer insanların, toplumun, dünyanın sorunlarından. En çok da yetiştirdiğimiz çocuklar  alıyor bu durumdan nasibini. Doyumsuz, sorumsuz, memnuniyetsiz, idealsiz, paylaşmayı bilmeyen, hazıra alışmış, çevresine kolayca zarar verebilecek gençler dolduruyor sokakları.

Ne yazık ki içimizde büyüttüğümüz bu canavarlar, çıkmaza girdikleri birçok durumda, karşımıza cinnet geçiren eş-baba-evlat, katil, kapkaççı, tecavüzcü, terörist, azılı psikopat olarak çıkabiliyor. Tüm bu suçları işleyebilecek kişilikte değilse, intihar olaylarını dinler oluyoruz.

Başkalarının belirlediği ölçülerle, başkalarının istediği standartları yakalamaya çalışırken bu girdapta, ara ara durup esaslı nefesler almayı diliyorum hepimiz için.

Önceki Yazı                                                   Sonraki Yazı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir