Elden gittiğinde değeri anlaşılan üç şey vardır. Gençlik, sağlık ve zaman. Hiç yaşlanmayacak gibi yaşanan gençlik, hiç hasta olunmayacak gibi tüketilen sağlık ve sanki geçip gittiğinde geri getirecekmişiz gibi harcanan zaman. Gençlik ve sağlık değinilmesi gereken önemli iki konu elbette ki ama, zaman başlı başına öyle bir boyut ki zaten her ikisini de kapsıyor bizi sarıp sarmaladığı gibi.

Bilgi ve teknoloji çağındayız, dünyanın öteki ucu parmaklarımızın ucunda. İşlerimizi görecek, günlük hayatımızı kolaylaştıracak bir sürü makine icat etmişiz insanoğlu olarak. Olanca gücümüzle meydan okuyoruz sınırlara, mesafelere, zorluklara. Daha medeniyiz(!) üstelik artık. Koca  koca şehirler kurup onlara yığılmayı ve üst üste yaşamayı da öğrendik mükemmel olmasa da. Herkes her an her şeyden haberdar şimdi. İletişim kaygımız yok, haber alma kaynaklarımız süper. İyide artan bilgimiz, kolaylaşan yaşamımız, kalkan sınırlar, daha özgür yada daha paralı oluşumuz bir tek şeyi değiştirmiyor. Hep acelemiz var bizim. Hep vakit sorunumuz. Hep yetişememe kaygısı, hatta gerçeği. Yirmi dört saati kaça çıkarmalıyız acaba bizlere yetebilecek zaman için.

Güneşin doğuşunu doya doya seyretmiyoruz, uykudayız dinlenmek adına. Batışını üstün körü ya görüyoruz ya görmüyoruz akşam telaşlarımız içinde. Gökyüzünün mavisine, belki bir ara ,oda herhangi bir araçta mecburen yol alırken çeviriyoruz bakışlarımızı. Ne ömrünü saatlere sığdıran zarif bir kelebeği, ne çiçeklenen ağaçları, ne yuvasına kırıntı taşıyan karıncayı, ne herhangi bir köşede patilerini yalayan kediyi, ne her gün aynı saatte aynı yerden geçen bastonlu bir yaşlının yüzündeki çizgileri nede parkta oyunlara dalmış bir çocuğun gülüşlerinde ki masumluğu durup izleyecek vaktimiz yok bizim. Çok meşgulüz. Sonra ,bir ara farkına varırız. Hasta olduğunu duyduğumuz bir yakınımıza yada zor günler geçiren bir arkadaşımıza sonra, bir ara uğrarız. Hem vakit bulmak, araya sıkıştırmak zor olacak, iyisi mi telefonla ararız unutmazsak.

Çok meşgulüz çok. Haklıyız da(!) üstelik bu kadar yoğun ve yorgun olmaktan. Beraber yaşadığımız, her gün bir şekilde yüz yüze baktığımız insanların beden dillerinin ne anlattığını, yüz ifadelerinin hangi durumlarda değiştiğini keşfedecek vaktimiz hiç yok. Derdi, sıkıntısı olan gelsin kendi anlatsın, hatta mümkünse anlatmasın, dinleyecek vaktimiz yok. Çocuklarımızla bir ara oynar, kendi küçüklüğümüzü yada bildiğimiz masalları sonra, bir ara anlatırız, daha büyümediler. Anne-babalarımızı özel günlerde, bayramlarda birer  saat  ziyaret eder görürüz, yeter. Komşulara gelince, sabah günaydın, akşam iyi akşamlar sözcüklerinin yanına belki  bir tebessüm ekleriz vakit bulabilirsek.

Giderek robotlaşan, makineleşen beyin ve vücutlarımızla, hangi anı gerçekten yaşıyoruz peki bizler. Doğal olan , güzel olan, huzur veren ne varsa arkamızı dönüp, soluğu televizyon yada bilgisayarın başında kurgulanmış senaryolarla birlikte mi alıyoruz. Bir dizi karakterinin sonraki bölümde neler yapacağına dair duyduğumuz merakın, aylardır haber almadığımız bir akrabamızın, gerçekte var olan bir canlının önüne geçtiğinin farkında mıyız ? Ruhlarımız ne zaman nefes alacak, nasıl dinlenecek bu anlamsız tempoda.

Niye şaşırıyoruz ki çevremizde artan asık suratlara, gergin kişiliklere, kimsenin kimseye hatta kendine bile ayıracak yeterli zamanı yokken.

Önceki Yazı                                                    Sonraki Yazı

“Vakit” için bir yoruma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir